DİNDAR KADININ ‘SESSİZLİĞİNİ’ ANLATIYORLAR

ELİFHAN KÖSE

Siyasi tartışmaların tarafı veya malzemesi olarak medyada gördüğümüz dindar kadın yazarların edebi metinleri üzerine bir doktora çalışması yapıldı. Elifhan Köse’nin çalışması kitap olarak piyasaya çıktı. Köse, ‘dindar kadın edebiyatı’nın hidayet romanlarından farklı olduğunu söylüyor. 6 TEMMUZ 2014 / ZAMAN

Türkiye’de edebiyat çevrelerinin çok da farkında olmadığı ya da bilinçli olarak eserlerinin çok üzerinde durmadığı bir grup kadın yazar var. Ortak özellikleri başörtülü olmaları, yani dindarlıkları. Hikâyeleri ve romanları son derece güçlü, kusursuz. Siyasi tartışmaların tarafı veya malzemesi olarak sık sık medyada gördüğümüz bu kadın yazarların kaleme aldıkları metinler üzerine bir doktora çalışması yapıldı. Genç akademisyen Elifhan Köse’nin Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Sibel Eraslan, Halime Toros, Fatma Karabıyık Barbarasoğlu ve Hidayet Şefkatli Tuksal’ın hikâye ve romanlarını ele aldığı doktora çalışması kitap olarak piyasaya çıktı. Sessizliği Söylemek’in derinlemesine incelediği ‘dindar kadın edebiyatı’ bir önceki nesil başörtülü yazarların hidayet romanlarından farklı. Köse ile dindar kadınların değişen dillerini ve edebiyatını konuştuk.

Dindar kadın edebiyatı sizce “sessizliği söylemek” midir?

Dindar edebiyatın derdi olan meseleleri benim nezdimde en özetleyici tanımlardan biriydi, “sessizliği söylemek”. “Sessizlik” dindar kadınların edebiyatında sürekli karşılaştığım ortak bir tema. Bir gerilim hattı olarak ‘sessizlik’i doğuran şey, münasip kadının temel koşullarından ve beden terbiyelerinden biri olarak dindarlığı aşan bir kuramsal tartışma hattına sahip. Ve dindar kadın edebiyatı da sükut etme ve belli ki bunun yaratımı olan çoğu zaman iç konuşmalarla ilerleyen öykü örgüleriyle sessizliği söylemeye çalışıyor.

Daha önce dindar kadın edebiyatına dair çalışma olmuş mu?

Benzer makalelere rastladım, yazarlar nezdinde tekil değerlendirmelere… Ancak bir tür olarak inceleyen hiçbir metin karşıma çıkmadı.

Sizi böyle bir incelemeye iten sebep neydi?

Halide Edip ve Semiha Ayverdi okumuştum bolca. Sonra bir ara Farsçamı geliştirmek üzere bir İran yolculuğu yaptım iki binlerin başında. O sıra bir arkadaşımın vasıtasıyla İran’da yaşayan Cihan Aktaş’ın metinleriyle tanıştım. Cihan Aktaş’ta 70 yıllık araya rağmen Halide Edip’teki ‘ahlaklı kamusallık’ arayışının olduğunu görmek beni etkiledi. Ayrıca en çok da Cihan Aktaş’ın ve Yıldız Ramazanoğlu’nun öykülerini okumaktan edebiyatı seven biri olarak zevk de aldım, akademik bir iş değildi sadece. Diğer yandan Türkiye’de bir başörtüsü gündemi vardı; ama kendi adıma tartışmalarda bölünen taraflardan birinden olmam pek kolay görünmüyordu. Aslında tam olarak hiçbir şey beklemeden, bir seyir gibi ilerlediğim ve tezlerden beklenenin aksine herhangi bir sonuç çıkarmaya çabalamadığım bir çalışmadır.

Dindar kadın edebiyatı diye bir ayrım yapmak doğru mudur? Diğer kadın yazarlar için din dışı kadın edebiyatı demek mi gerekir bu durumda?

Aslında bu ad koyma eylemi/cesareti bir isim verme kudretini benimsediğinden değil hidayet romanlarının halen egemenliğinin sürdüğü bir zeminde incelediğim yazarların ürünlerini ayırt etme zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Ad koyarak ancak bu yazar grubunu bir “edebi tür” olarak tanımlayabilecektim. Dolayısıyla bence isim tartışılabilir, her şey gibi tartışılmaya muhtaçtır hatta. Sadece dikkat çekilmeli yeniden: Yazarların hepsi kadın ve dindar kadınların kahraman ya da anti-kahraman olduğu özellikle dindarlığın sorgulamaya alındığı öyküler yazıyorlar. Dolayısıyla ad çalışmayı karşılıyor. Din dışı edebiyat değil de örneğin sol kadın edebiyatı diye bir tür de olabilir ve üzerinde çalışılabilir. Kendi düşünce evrenimde bunun bir sakıncası yok.

Bu başörtülü kadın yazarların metinlerine dair edebiyat çevrelerinde görmezden gelme, “sükut suikastı” var mı?

Çalışmamda ele alınan yazarların edebi dilleri güçlü ve bu açıdan etkileyici çalışmalar veriyorlar. Hatta TYB ödülleri olduğunu da biliyoruz. Bir önemli nokta ise çok üretkenler, sürekli yazıyorlar ve görmezden gelinemeyecek kadar çok kitapları var. Edebiyat çevrelerine hâkim değilim elbette ama bunca çok ve etkileyici yazan dindar kadınların görece geri planda olduğu görülebilir. Çevreme sorduğumda da özellikle muhafazakâr çevreden olanların neredeyse hepsi örneğin Ahmet Günbay Yıldız’ı okumuştu, ama Cihan Aktaş’ı duymayanlar da o kadar çoktu. Bu benim kişisel gözlemim.

Türkiye’deki kadın yazarlar diğer İslâm ülkelerine göre daha muhafazakâr

Türkiyeli dindar kadın yazarların kadın/aile/modernite/feminizm gibi kavramlara bakışları diğer Müslüman ülkelerdeki kadın yazarlardan farklı.

Bahsettiğiniz ülkelerde İslâmî feminizm gibi bir kabullenilmiş kavram var. Bu kavram bu topraklarda doğmadığı gibi görülüyor ki kendine gelişecek zemin de bulamadı. İslâmî feminizmde İslâmî geleneğe ilişkin çok daha açık seçik kadın hakları zemininde bir tartışma var. Bu ataerkilliği sorgulayan açık dil, Türkiye’de yok. Hidayet Şefkatli Tuksal ve Halime Toros’u bir tarafta tutarsam dindar kadınlar çok daha muhafazakârlar. Ancak diğer yandan bu eleştiri kolay da bir şey olmasa gerek, katledilen Gonca Kuriş’i mutlaka anmalı.

Bu yüzünden mi feminizme mesafeli duruyorlar?

İnsanlar kendini feminist olarak tanımlamak zorunda değil elbette. Zaten Türkiye’de malumunuz feminist olmak ve kendini böyle tanımlamak hiç de iyi bir şey değildir. Türkiye’de sol ya da sağ bütün düşüncelerin ayıp ve kabullenilemez noktasıdır feminizm. 70’lerden itibaren hem İslâmcılık yazınında hem de hidayet romanlarında mütedeyyinliğe karşı “serbest ve açık kadınlar”ın öteki olduğu bir anlatı var. Bu dilin dindar kadınlar tarafından inceltilerek “feminizm” sorununa dönüştüğünü gördüm. Yani Batıcı modernitenin pejoratif yükle dolu ne kadar abartılı taşkınlığı varsa bu yükü artık feminizm yükleniyor. Ancak dindar kadın edebi türünde çatışılan öteki diğer kadınlardan çok erkeğe kaymış.

Dindar kadın edebiyatında erkekler neden silik/güçsüz?

Dindar kadın edebiyatında erkeklerin yeri nedir? 2000’lerde ahlaki özne erkekten kadına mı geçiyor?

Cumhuriyetin kurucu modernitesinin din politikası onu kamusal alandan çıkararak özel alanla sınırlamak oldu. Bu anlamda zaten kamusal alanda daha çok olan erkeklere karşı, daha korunaklı ve dokunulamaz olan ev içleri ve oradaki kadınlar din geleneğinin devamı konusunda aktör haline geldiler ama nedense bu husus ele alınmış bir konu değil. 2000’lerde ise edebiyatta açık bir şekilde güçsüz, yönsüz ve hatta Barbarosoğlu’nun romanı Hiçbiryer’de olduğu gibi dilsiz kalmış erkekler var. Bu erkeklerin hidayet romanlarının ahlaklı, yol gösterici erkek karakterlerden keskin bir farkı var.

Bu farkın sebebi nedir? Hatta bunu neden ‘yetim kalma’ metaforuyla ilişkilendiriyorsunuz?

Böylesine silikleşen erkekler benim için sürpriz oldu. Bu siyasal dilde belki açık seçik dile getirilemeyen bir eleştirinin edebi karşılığıdır, hangi çevreden olursanız olun böyle bir eleştiri yapmak pek de kolay değildir zaten. Eleştirilen; ev içi mahremiyetine ve maneviyatına önem veren bir düşüncenin kocalarda karşılık bulamaması, erkeğin ev içi rollerde yaşadığı çözülmedir. Yetim kalma Nurdan Gürbülek’ten alıntıladığım bir tespitti: Yetimlik duygusu babasızlıktan değil, adaletsiz bir babanın tavrından kaynaklanır. Dindar kadınların bu tür bir hissiyatları var.

Orta üst sınıf metropol erkeği güçlü İslâmî dişiliğin gölgesinde mi kalıyor?

Modernitenin kamusal alanda kadını güçsüzleştirdiği düşünülen ne varsa (örtü, ev hanımlığı gibi) dindar kadınlar için bir güçlenme stratejisi haline gelmiştir. Edebi metinlerde erkeklerin zemin kaymasına karşılık örtünme süreciyle kendine ad koyan kadınlar var. Erkeklerin sistemle bir sorunu kalmamış gibi görünüyor edebi metinlerde; oysa dindar kadınlar kendilerini bir şeylerin, olup bitenin dışında gibi hissediyorlar öykülerde; bir yersiz yurtsuzluk, yerinden edilmişlik ve sessizlik var. Diğer yandan da kadınlar örtünün sadece benliği değil Türkiye kamusalını dindarlaştırabilme potansiyelinin farkına vardılar. Ve modernliğin zayıflatıcı bulduklarını dindar kadınlar güçlendirici bir strateji olarak sisteme ve öykülerde anlaşıldığı üzere kendilerini sistemle yalnız bırakan erkeklere karşı var olmak için kullanmak zorundalar. En azından bu konjonktürde böyle görülüyor.

Hidayet romanları ‘ideal’i, dindar kadın edebiyatı ‘olan’ı anlatıyor

Dindar kadın edebiyatı ile hidayet romanlarını ayrı tutuyorsunuz. Neden ve farkları nedir?

Hidayet romanlarının Türkiye’de siyasal alanda İslamcılığın yükselmesi ve kitleselleşmesi ile ilgili bir tür olarak geliştiğini belirten pek çok çalışma var; buna katılmak mümkün görünüyor. “Nasıl olmalı?” sorusuna verilen cevaplardır hidayet romanları ve bu anlamda da ideal bir ahlak çizer. 90’lardan sonra ise başta Cihan Aktaş olmak üzere, Yıldız Ramazanoğlu, Fatma K.Barbarosoğlu, Halime Toros ve Sibel Eraslan’ın öykü, biyografi ve romanları kendi adıma başka bir hat çizmeye başlıyor. Bu hatta dindar kendiliğin oluşumuna ilişkin çok daha gerçekçi haller, en önemlisi de kadın hallerinin mevcut olduğunu görüyorum. Bu edebiyat türünde “nasıl olmalıdır” sorusundan ziyade “nasıl olmaktadır”a ilişkin haller var. Bu minvalde aynı izlekte istikrarlı bir şekilde edebi ürünler veren erkek bir dindar yazara rastlamadım, aynı zamanda dindar kadın edebiyatın neredeyse bütün hikâye örgülerinde başörtülü dindar bir kadın oluşun tecrübeleri yer aldığından bir kadın edebiyatıyla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliyorum.

Ayrıca hidayet romanlarında genelde dindar erkeklerin ahlaki özne olduğu ve çevresine tebliğ edenin erkek olduğu hikâye örgülerinden gerçek bir kopuş vardır dindar kadın edebiyatında. Dindar kadınlar modernlik içinde politik olarak cezalandırıldıkları örtü nedeniyle muhasebesi daha fazla, ancak bu anlamda da daha gerçekçi, (nasıl olmalıyı kendine çok daha fazla sorduğu oranda ahlakçı) bir dindar kimlik kurmuşlar; bu süreçte edebi metinlerden gördüğümüz kadarıyla erkekler “fıtraten” düzene uyum sağlama konusunda daha uyumlu görünüyor.

80’ler, 90’lar ve 2000’lerde dindar kadın yazarların metinlerinde hikâyelerini anlattıkları karakterlerin özellikleri de değişiyor. Ve siz bunu toplumda ve kamusal alandaki dindar kadının değişimiyle bir okuyorsunuz. Neydi değişen?

80-90’larda Türkiye kamusalını deneyimleyen dindar kadınların başörtüsü üzerinden sistemle doğrudan doğruya karşılaşması, yapılan açlık grevleri, eylemler ve verilen hapis cezaları, okuldan atılmalar, uzaklaştırılmalar var. Bu süreç 1960’ların sonunda başlamıştı ama kitleselleşmesi 80-90’larda mümkün oldu. Yine 1980’lerin sonunda Zaman Gazetesi’nde Ali Bulaç ve kadın köşe yazarları arasında “kadın meselesi” üzerinden yaşanan ve kadın yazarların tasfiyesiyle sonuçlanan bir çatışma var. 80-90’larda örneğin Cihan Aktaş edebiyatında rahatlıkla muhafazakâr diyebileceğim siyasal bir izlek varken, 90’lardan itibaren yazdığı öykülerde dindar kadının sadece modern devlet “baba”yla değil mahrem yaşamdaki baba, koca ve nihayetinde erkeklerle ilişkide yaşadığı büyük bir anlam kaybı var. Ev içlerinde yaşanan bu anlam (maneviyat da denebilir bir anlamda) kaybını 2000’lerde adı gecen yazarların eserlerinin hepsinde bulabiliriz. 80’lerden 2000’lere değişen en önemli şey erkeklerin iktidarla barışması ve tümüyle kamusallaşması iken, görülüyor ki kadınların çoğu zaman daha çok bedel ödemelerine rağmen dışarıda ya da içeride/evlerde yalnızlığının artmasıdır. Sunu söylemek gerekir ki, edebiyat bu minvalde çok önemli, çünkü neredeyse hepsi aynı zamanda köşe yazarı olan öykücü bu kadınların bu sorgulayıcı eğilimlerine siyasi yazılarında rastlamak oldukça zor. Dolayısıyla anlam kaybı ve yalnızlaşma edebi yazılarda çok açık seçik ama siyasi olarak çok da dile getirilmeyen bir mesele. Oysa edebiyatta içten derinde çatırdayan, sızlayan bir şeyler yüzeye sızıyor.

Dindar kadın edebiyatı ile hidayet romanlarını ayrı tutuyorsunuz. Neden ve farkları nedir?

Hidayet romanlarının Türkiye’de siyasal alanda İslamcılığın yükselmesi ve kitleselleşmesi ile ilgili bir tür olarak geliştiğini belirten pek çok çalışma var; buna katılmak mümkün görünüyor. “Nasıl olmalı?” sorusuna verilen cevaplardır hidayet romanları ve bu anlamda da ideal bir ahlak çizer. 90’lardan sonra ise başta Cihan Aktaş olmak üzere, Yıldız Ramazanoğlu, Fatma K.Barbarosoğlu, Halime Toros ve Sibel Eraslan’ın öykü, biyografi ve romanları kendi adıma başka bir hat çizmeye başlıyor. Bu hatta dindar kendiliğin oluşumuna ilişkin çok daha gerçekçi haller, en önemlisi de kadın hallerinin mevcut olduğunu görüyorum. Bu edebiyat türünde “nasıl olmalıdır” sorusundan ziyade “nasıl olmaktadır”a ilişkin haller var. Bu minvalde aynı izlekte istikrarlı bir şekilde edebi ürünler veren erkek bir dindar yazara rastlamadım, aynı zamanda dindar kadın edebiyatın neredeyse bütün hikâye örgülerinde başörtülü dindar bir kadın oluşun tecrübeleri yer aldığından bir kadın edebiyatıyla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliyorum.

Ayrıca hidayet romanlarında genelde dindar erkeklerin ahlaki özne olduğu ve çevresine tebliğ edenin erkek olduğu hikâye örgülerinden gerçek bir kopuş vardır dindar kadın edebiyatında. Dindar kadınlar modernlik içinde politik olarak cezalandırıldıkları örtü nedeniyle muhasebesi daha fazla, ancak bu anlamda da daha gerçekçi, (nasıl olmalıyı kendine çok daha fazla sorduğu oranda ahlakçı) bir dindar kimlik kurmuşlar; bu süreçte edebi metinlerden gördüğümüz kadarıyla erkekler “fıtraten” düzene uyum sağlama konusunda daha uyumlu görünüyor.

80’ler, 90’lar ve 2000’lerde dindar kadın yazarların metinlerinde hikâyelerini anlattıkları karakterlerin özellikleri de değişiyor. Ve siz bunu toplumda ve kamusal alandaki dindar kadının değişimiyle bir okuyorsunuz. Neydi değişen?

80-90’larda Türkiye kamusalını deneyimleyen dindar kadınların başörtüsü üzerinden sistemle doğrudan doğruya karşılaşması, yapılan açlık grevleri, eylemler ve verilen hapis cezaları, okuldan atılmalar, uzaklaştırılmalar var. Bu süreç 1960’ların sonunda başlamıştı ama kitleselleşmesi 80-90’larda mümkün oldu. Yine 1980’lerin sonunda Zaman Gazetesi’nde Ali Bulaç ve kadın köşe yazarları arasında “kadın meselesi” üzerinden yaşanan ve kadın yazarların tasfiyesiyle sonuçlanan bir çatışma var. 80-90’larda örneğin Cihan Aktaş edebiyatında rahatlıkla muhafazakâr diyebileceğim siyasal bir izlek varken, 90’lardan itibaren yazdığı öykülerde dindar kadının sadece modern devlet “baba”yla değil mahrem yaşamdaki baba, koca ve nihayetinde erkeklerle ilişkide yaşadığı büyük bir anlam kaybı var. Ev içlerinde yaşanan bu anlam (maneviyat da denebilir bir anlamda) kaybını 2000’lerde adı gecen yazarların eserlerinin hepsinde bulabiliriz. 80’lerden 2000’lere değişen en önemli şey erkeklerin iktidarla barışması ve tümüyle kamusallaşması iken, görülüyor ki kadınların çoğu zaman daha çok bedel ödemelerine rağmen dışarıda ya da içeride/evlerde yalnızlığının artmasıdır. Sunu söylemek gerekir ki, edebiyat bu minvalde çok önemli, çünkü neredeyse hepsi aynı zamanda köşe yazarı olan öykücü bu kadınların bu sorgulayıcı eğilimlerine siyasi yazılarında rastlamak oldukça zor. Dolayısıyla anlam kaybı ve yalnızlaşma edebi yazılarda çok açık seçik ama siyasi olarak çok da dile getirilmeyen bir mesele. Oysa edebiyatta içten derinde çatırdayan, sızlayan bir şeyler yüzeye sızıyor.

Bu yazı röportajlar kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.