Bir yönetmenin önünde alternatif çok. Ya bir ideolojik yapıya, lobiye yakın olup destek bulacak. Ya gişeye yönelik filmler yapıp yapımcıların desteğini alacak ya da festivallerde ilgi çekecek konuları işleyecek. Her festivalin de ayrı bir hesabı var tabii. 26 KASIM 2014 ZAMAN / CUMAERTESİ
Kendi hayat hikâyesi de başlı başına bir film konusu aslında. Babası, Belçika’ya işçi olarak giden ilk 12 kişiden biri. Bugün 75 yaşındaki bu emekli işçinin 5 çocuğu da Belçika’da kendi işini kurmuş, şimdi ülkede istihdam sağlayan iş insanları olmuş. Avrupa festivallerinde ses getiren bir filmin sahibi Sümeya Kökten ise en küçük kızı. 8 yıl polislik yaptıktan sonra sinemaya adım attı. Polislik yaptığı dönem bir yandan da elektro müzikle ilgilenmiş, profesyonel anlamda bu müziği icra etmiş. 24 yaşına kadar çok çeşitli işler yapmış, temizlikçilik bile. Sonra düzenli bir geliri ve tek başına yaşayacağı bir evi olsun diye polis olmuş. Üniformalı, silahı, uyuşturucu operasyonları ve tutuklamalarla geçen yoğun bir mesleki hayatı olmuş. “İdealim değildi ama sevmiştim bu işi.” diyor.
Sümeya Kökten’in motivasyonunu bozan, maruz kaldığı ırkçılık olmuş. Kaçmak için sinemaya girmiş. İlk filmini acemice bulsa da “Genel kadraj filan vardı.” diyor. “Festivallerinde epey ilgi gördü, görmeye de devam ediyor.” dediği filminin konusunun tolerans olduğunu söylüyor. Ötekine tolerans. Filmde başörtülü kadın da var, Mevleviler de… Göçmenler, aşırı dinci geleneksel Türk ailelerin baskıcı tutumları… Yani bir Batılı’nın ilgisini çekecek çarpıcı detaylar. Asıl hikâye örgüsü, biri Türk olan eşcinsel çift üzerine kurulu. Diğerleri detayda kalıyor. Kökten’e filmde bu vurgu olmasaydı festivallerde böylesi ilgi duyulur muydu diye sorunca verdiği cevap bu haberin konusu: “Hayır tutmazdı. Hem amatör hem profesyonel arasında bir işti. Ve toleransı işliyordu. Festivallerin ilgi duymasının sebebi bir Türk’ün, bir Müslüman’ın tabuları işlemesi tabiî ki.”
Kökten, inandığı şeyleri yaptığını belirtiyor. Yani festivallerde ilgi görsün diye eşcinselliğe tolerans konusunu işlememiş filminde. Diyor ki; “Belli bir toleransım var da yaptım. Sadece bu film iş yapar diye değil. İnanmadığımı savunmam. Mesela ‘Ermeni soykırımı evet oldu, Türkler ölmedi ama Ermeniler öldü’ tezli bir film yaparsam hemen Kültür Bakanlığı’ndan bir milyon Euro almış durumdayım. Parayı alacağımı bilsem, filmin tutacağını bilsem, festivalden ödül alacağımı da bilsem yapmam. Türkler de öldü çünkü.”
Bu ırkçılık değil mi?
Sümeya Kökten, “Peki, bir Türk’ün eşcinsellik filmi yapmasından dolayı işinin ilgi görmesi sizi rahatsız etmez mi? Bu da bir tür ırkçılık değil mi?” diye sorunca şu cevabı veriyor: “Farkındayım ve öyle. Türk hatta Müslüman, İslam’dan etkilenen bir kültürde büyümem tabiî ki onların hoşuna gidiyor. Müslüman ama toleranslı. Şöyle rahatsız edici olur, Türklerin yaşadığı ırkçılarla ilgili bir film yaparsam ve destek olmazlarsa bana… hâlbuki inandığım bu da yaşadığım bir şey…” Bu cümlesi bitince “Destek olurlar mı?” diye soruyoruz. İkinci filmini Belçika Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle çeken Kökten’in buna cevabı, “Olacaklarını sanmıyorum. Sonuçta Belçika’yı eleştirecek.” şeklinde.
Sümeya Kökten’in hikâyesi aslında dünyadaki festivallerin ve sanat aleminin temel mantığını ortaya koyuyor. Bu konuda en keskin değerlendirmeyi sinema yazarı Nedim Hazar yapıyor. “Meselenin iki yönü var.” diyor ve şöyle açıklıyor: “Bir Batı’nın doğuya bakış açısı. Bunu kısmen oryantalizm şemsiyesi altına koyabiliriz. Batı dünyası, özellikle son birkaç yüzyıldır görmek istediği Doğu ile ilgili sanat eserlerini köpürtüp, yüz veriyor. Dolayısıyla onların bu reflekslerini bilen Doğulu sanatçılar, seçtikleri bu kulvarda ilerlemek için arzu ve talep edilen şeyleri yerine getirerek tırmanmayı deniyorlar. Aslında basit bir matematiği bile var bu işin. Sanatın hangi dalında eser veriyorsanız onun Batı dünyasının hoşuna giden kıstaslarına uyuyorsunuz ve övgü/takdir görüyorsunuz, ödüle boğuluyorsunuz.”
Hazar’ın dikkat çektiği bu sebeplerden dolayı sinema dünyasında artık sanat ve gişe filmi ayırımına festival filmi de eklendi. Burada geçen aylarda yapılan festivallerde çok konuşulan bir filmden söz etmek gerek: “Neden Tarkovsky olamıyorum?” Murat Düzgünoğlu’nun Adana Film Festivali’nde Yılmaz Güney Ödülü alan filmi, Türkiye’deki sinema piyasasını ağır bir şekilde eleştiriyor. Yönetmenlerin kafa kırışıklığını, çıkmazlarını, yapımcıların ve sanat çevrelerinin tepkilerini anlatıyor.
Ya sanat ya para ya da lobi…
Bir yönetmenin önünde birçok alternatif var: İktidara yakın olup bakanlık ve belediyelerden destek almak, bir ideolojik yapıya, lobiye yakın olup destek bulmak Ya da gişeye yönelik filmler yapıp yapımcıların desteğini almak.
Gezici Festival’in kurucularından Ahmet Boyacıoğlu, her festivalin kendine göre bir sanat anlayışı ve politikası olduğunu söylüyor. Boyacıoğlu, film seçimlerinin de bu politikaya göre yapıldığını anlatıyor. Yarışmalı festivallerde jürilerin verdiği kararlarınsa her ülkede tartışmalı olduğunu vurguluyor: “Neden şu filme ödül verildi?’ sorusunun tam bir cevabı yok. Böyle bir jüri vardı, böyle bir karar verdi. Başka bir jüri olsaydı, başka bir karar verirdi. Ancak dünyada gelişen olaylar, güncel politik sorunlar jüri kararlarını etkiler. Örneğin yarın Filistin–İsrail sorunu çözülse, uzun süre kimse bu konuya değinen filmlerle ilgilenmez. İki yıl önce İstanbul Film Festivali’nde, Köprüde Buluşmalar’da, Türk–Alman Ortak Yapımları Seçici Kurul toplantısında önümüze proje olarak geldi. Kendi dilini konuşamayan yaşlı bir Kürt’ün hikâyesi. Alman üye ‘Bu film çekilene kadar Kürt sorunu çözülürse, o zaman bu filmin hiçbir anlamı kalmaz ki’ dedi.”
Ahmet Boyacıoğlu, filmlere dair kendi değerlendirme yönteminden söz açıyor: “Eğer beni şaşırtmıyorsa film değildir düşüncesiyle filmleri izlerim. Avrupalı da doğal olarak kendini şaşırtacak ‘farklı bir hikâye’, ‘farklı bir film’ arayacaktır. Ancak bir Avrupa hikâyesini de ‘farklı’ anlatarak başarı kazanmak mümkün. Nuri Bilge Ceylan’ın hepsi Cannes’dan ödüllerle dönmüş filmlerine bir bakalım. Uzak, İklimler ve Üç Maymun; bu filmler dünyanın herhangi bir ülkesinde geçebilirdi ve eşcinsellik ya da İslamofobi içermiyor. Örneğin Uzak’taki karakter Paris’te de yaşıyor olabilirdi. Yani her başarı kazanan filmde bir oryantalizm aramak gerekmiyor.”
Bu tespit doğru çünkü son zamanlarda Avrupa’daki festivallerde ödül alan Küf ve Sivas gibi filmler de bahsi geçen kriterleri bulundurmuyor. Belki de Boyacıoğlu’nun sözünü ettiği ‘farklılık’ arayışının bir sonucu bu filmlerin aldığı ödüller.
Köşe başını tutmuş istediklerini yüceltiyorlar
Her festivalin bir muradı, ideolojik duruşu, arayışı var. Kapitalizmin de ses getiren, çok konuşulan işler dayatması. Dolayısıyla da festivallerin ödül vermekteki bu kriterleri yönetmenleri etkiliyor. Nedim Hazar, eleştirel yaklaşıyor bu duruma. Sanat musluklarını ve köşe başlarını tutmuş, arzu ettiklerine geçit verip yükselten, istemediklerini alaşağı eden kliklerin olduğunu söylüyor. İşin bir de ahlaki boyutu olduğuna dikkat çekiyor. Sanat musluklarını tutanların da dünyanın hemen her ülkesinde ahlaken yozlaşmış bu klikler olduğunu düşünüyor. Türkiye’de de bu konuda en yüksek sesle konuşanın Cezmi Ersöz olduğunu hatırlatıyor. Hazar, “Cezmi Ersöz, böylesi bir yapı ve yapılanmadan muzdarip olduğunu yüksek sesle ifade etmişti. Bu piyasa şartları halen tamamen bitmiş değil. Dönem dönem değişen başarı kriterlerinde her daim baştacı edilen eşcinsellik, ahlaki yozlaşma gibi temalar hep ilk sıralarda dururken, kimi zaman alt maddeler ve hassasiyetler değişebiliyor. Misal, son dönem filmlerinde çok ciddi Güneydoğu ve Kürt meselesi prim yaptığı için yeni çekilen pek çok filmde benzer temalar görmek mümkün oluyor. Geçtiğimiz yıl bir festival jürisinden bizzat dinlemiştim, ‘İçine Nuri Bilge Ceylan kaçmış onlarca genç yönetmen aynı anda Kürt meselesini ele alıyor.’ diye.”
Bu konuda eleştiri getirmek, söz söylemek ise sektörün içinde yazar, yönetmen, eleştirmen ve oyuncu olarak yer alanlar için riskli bir durum. Sizi dışlarsalar bir daha bu konuda konuşamazsınız ki o sebeple çok kimse söz söylemiyor.
İpek Üniversitesi Sinema Akademisi’nden Yiğit Emre Özaltın, Batı’nın sinemanın hem teknik hem de fikri altyapısını oluşturmada öncü olmasının sanatta kendi dünya görüşlerinin baskın olmasına sebep olduğunu söylüyor. Özaltın, “Biz (bu gruba Batı dışında kalan herkes dahil) kendi sinema dilimizi her şeyi derinlemesine tartışıp bulana kadar da oyunu onların kuralları ile oynamak zorundayız.” diyor. Yönetmen Hüseyin Karabey ise farklı bir boyut katıyor tartışmaya: “Festivallerin etik değerlerini kamuoyu ile paylaşıp bunlara sıkı sıkıya uyması gerek.”
İstanbul’dan ötesine bakamıyorlar
Murat Tolga Şen (sinema eleştirmeni): “Modern bir şehir hikâyesiyle gidip Batıdan ödül toplayamazsınız. Sinemacılar da onların görmek istediği şeyleri gösterme çabasına giriyor. Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da yarışmasaydı Kış Uykusu’nu Kapadokya’da çekmezdi. Takdir ve yaranma duygusu işin içine girince sanatçılar kendi toplumlarına karşı çok acımasız olabiliyorlar. Bizim sinemacıların İstanbul’dan ötesine bakabilen bir gözleri yok ne yazık ki, bakınca da Batılının gözüyle bakıyorlar. Şaşırdığım örnekler de çıkıyor elbette karşıma, Sivas filmi örneğin; yönetmeni Almanya’da yaşıyor ama bizim sinemacılardan daha doğru göstermiş Anadolu’yu.”
Festival tahakkümü
Tuba Deniz (Hayal Perdesi ve Türk Sineması Araştırmaları): “Festivaller, film seçkilerini hazırlarken ya da ödülleri dağıtırken mutlaka filmlerin estetik ve sinematografik değerlerini gözetirler fakat bunun her zaman tek referans olduğunu söylemek mümkün değil. Konjonktür, ideolojiler de en az sinematografi kadar belirleyici olabiliyor bu tercihlerde. Dünya festivallerinde belirli dönemlerde belirgin tercihler ön plana çıkabiliyor ve bir nevi festival modaları ortaya çıkıyor, mesela bir dönem İran sinemasına ödüller sık verildi, Tayland sineması gibi Türk sinemasının yükselişe geçtiği bir dönem de oldu.
Türkiye’deki festivallerde de dönem dönem belirli yaklaşımlar, konular, estetik tercihler ön plana çıkabiliyor. Yakın geçmişte Kürt filmleri festival seçkilerinde sık tercih edildi, ödüller verildi ki hâlâ da Kürt filmlerine ilgi azalmış değil. Son yıllarda kadın meselelerini işleyen, karanlık, kötücül, nihilist filmlere ya da eşcinsellik meselesine değinen, klasik aile yapısını, gelenekleri ve dini irdeleyen filmlere festivallerin rağbet ettiğini söyleyebiliriz. Festivallerin belirgin tercihlerinin bir vakit sonra yönetmenler üzerinde tahakküme dönüşmesi bana kalırsa en büyük problem. Çünkü yönetmenlerin bazı festivallerde var olabilmesi ancak belirli konuları tercih etmeleri, ya da belirli estetik tercihleri gözetmeleri ile mümkün. Genç yönetmenler taltif edilen bu filmlerin türevlerini çektikçe, yeni bir estetik değer üretemeyen, yeni bir şey söylemeyen, aynı sözü geveleyen karanlık filmleri izlemeye mecburuz. Festivallerin yönetmenler üzerindeki bu tahakkümü sinemamızın geleceği açısından da belirleyici.”