KÜRT ÇOCUKLARIN ŞİDDETLE TANIŞMALARININ ÖYKÜSÜ

Keje bizi köyüne çağırıyor

 

Daha önce Çanakka-le’de savaşan Kürtleri yazan Emine Uçak Erdoğan, ezber bozan bir öykü kitabıyla karşımızda. 1980’lerin Gü-neydoğu’sunda bir kasabada yaşayan çocukları anlatıyor. Daha doğrusu 30 yıldır konuşulanları, bu sefer çocuklar anlatıyor. Anladıkları kadarıyla… İçinizi ısıtacak naiflikte, kalbinizi sızlatacak gerçeklikte öyküler bunlar. ZAMAN- 25-12-2011

Çatıda yatabilmek ne büyük özgürlükmüş sıcak yaz akşamlarında, yıldızlar altında. Gündüz çayırlarda koyun otlatabilmek hürriyet demekmiş bir köy çocuğu için. Peki, köylülerin tarlaya giderken kimliğini neden yanında taşıması gerekir ki? Gece kapıyı çalan “Tanrı misafiri” değilse nedir? Annem neden bize bir şey yok derken köşe bucakta ağlıyor, babam neden hem askerden hem de gece gelen misafirden dayak yiyor? 1980’lerde Güneydoğu’da çocuk olmak demek bu soruları sormak demek.

1980’lerde Güneydoğu’da çocuk olmak, bir gecede patlayan silah sesleriyle şok olmak demek ve de büyümek. Özgürlüğünü, şenliğini kaybetmek demek… Evini, köyünü, düzenini her şeyden öte çocukluğunu kaybetmek demek. Emine Uçak Erdoğan, Keje adlı öykü kitabında (TİMAŞ) bu çocukları anlatıyor, ezberleri bozarak. 30 yıldır konuşula konuşula eskitilen ve bir türlü çözülemeyen sorunların başladığı “o geceye” tanıklık eden çocukların gözünden, dilinden anlatıyor her şeyi.

“Zihinlerdeki Güneydoğu algısını değiştirmek istedim”

7 çocuk kahramanı var Erdoğan’ın. Güneydoğuda, kendi yağıyla kavrulan bir kasabada yaşayan, Mustafa Kutlu’nun öykülerinden fırlamış haylaz mahalle çocukları gibi hepsi. Şu bildiğimiz kasabanın altını üstüne getiren, sabah çıkıp akşam ezanına kadar eve gelmeyen, derede yüzüp, meyve bahçelerinde doyan, koyun çobanlığı yapan, dağ-tepe dolaşan, evcilik oynayan, bulgur kazanının başında bekleyen, tarlaya annesiyle beraber gitmek için ağlayan, şehre giden arkadaşının anlattıklarını hayranlıkla dinleyen… Daha ilk öyküde, ‘o gecesi’ni yaşamadan önceki hayatını anlatan çocuk, tıpkı Ege veya İç Anadolu kasabası meyve bahçeleriyle dolu ve herkesin herkese yardım ettiği saadetli bir kasabayı anlatıyor. Hâlbuki çoğu Türk okurunun zihninde Doğu’ya dair, kitaplar, filmler ve dizilerden öğrendiği kadarıyla, fakir köyler, ağalar, töre cinayetleri, hizmetçili konuklar var. Erdoğan, işte bu algıyı ve ezberi bozmak için öykülerinde günlük hayatı ayrıntılı tasvir ettiğini söylüyor: “Güneydoğu ile ilgili son 30 yıldır bir algı var; sabah güneş doğar doğmaz sürekli bir şiddetin içinde olunduğu, insanların kahvaltı bile yapmadığı bir hayat… Maddi ve manevi anlamda bir yoksulluk, yoksunluk olduğu algısı… Ben de bu öyküleri okuyanlara, Güneydoğu’da normal bir hayat olduğunu tekrar hatırlatmak istedim. Oradaki insanların da normal insanlar gibi yaşadığını, orada eğer bu şiddet olayları olmasaydı, insan ilişkilerinin çok sıcak olduğunu, buna rağmen hâlâ bozulmayan naif bir insan yapısı olduğunu hatırlatmak istedim. Kürtlerin yerleşik olmadığı gibi bir kanı var şehirlerde. Ben bunu yıkmak istedim. Kürtlerin de kadim bir kültürünün olduğunu hatırlatmak istedim.”

Erdoğan, Siirt Şirvanlı. Üniversiteye kadar burada yaşamış. Yani 1980’lerde o da Güneydoğu’da büyüyen bir çocukmuş. Öykülerindeki çocuklar gibi… Erdoğan, “O yıllarda Güneydoğu’da doğmuş her çocuğun böyle benzer bir anısı vardır. Hatta daha sert anıları olanlar da var. O yüzden öykülerin belli bir mekânı, şehri yok. Bir bölümü benim tanıklıklarım, bir bölümü arkadaşlarımın. Bir kurgu var elbet; ama o kurgunun malzemesi tanıklıklara dayanıyor.” diyor. Öykülerdeki çocuklardan biri korkudan altına kaçırıyor, diğerinin dili tutuluyor, bir diğeri çatıda kardeşleriyle birlikte yatmış, namaz kılan annesini izliyorken duyuyor silah sesini. Rükûdaki annesi göğsüne isabet eden kurşunla yere yığılıyor. En bahtsızıdır Hayrettin, bütün kardeşlerini de kaybeder. Hepsinin gayesi komşu bahçedeki havuzda yüzmek olan çocukların duygu dünyası darmadağınık oluyor. ‘Biz sizin için dağa çıktık’ diyenlerle, ‘sizi koruyoruz’ diyerek tarlalarına, bağlarına, bahçelerine gitmelerine izin vermeyenler… Biri silah veriyor, diğeri ‘alma’ diyor, biri tutukluyor, diğeri evini yakıyor… Tüm bunları çocukların gözünden, onların şaşkınlıklarıyla birlikte görüyorsunuz. Okurken onların yerine dile gelip, ‘bizi korumasınlar, bizim için dağa çıkmasınlar’ diye haykırmak istiyorsunuz.

İsim babası ‘Eşkıya’

Emine Uçak Erdoğan’a göre Güneydoğulu çocuklar, bu zamana kadar sosyolojik araştırmalarda ya da gazetecilerin haberlerinde hep nesne oldu. Bu öykülerle Erdoğan, çocukların penceresinden olaylara bakmamızı istiyor ve “Bütün televizyonlarda Kürt meselesi tartışması var. Meselenin ne kadar içine girilebiliyor? Yalnızca televizyonda tartışmak ve orada bırakmak. Bazıları iş edindi bunu, bazıları da bundan bir mevki ve pozisyon belirledi. İşleri bitince bırakıp gidiyorlar. Bir gecede büyüyen çocuklar için ne yapıyorsunuz?” diyor.

Kitabın adı Keje, Türkiye’nin Eşkıya filmiyle öğrendiği bir isim. Erdoğan, “Eşkıya filmi ilk kez Kürtçe isim bilmeyenlere Keje’yi sevdirdi. Biz de o aşinalığa yaslanalım istedik.” diyor. Çünkü kitapta Keje hiç geçmiyor, sembol olarak kullanmışlar.

 

Bu yazı 2011, HABERLERİM, röportajlar kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.