Sorsanız çok az kimse kendinden memnundur. Saçına, burnuna, yüzüne, kilosuna, boyuna, eline ayağına bir sürü kusur bulur. Bunun için özel kremlere, makyaj malzemelerine para akıtan da olur, işi ileriye götürüp bıçak altına yatan da. Ama bir türlü ekranda görüp özendiği kadınlar/adamlar gibi olamaz. Daha güzel olmak için gösterilen çabalar, acaba daha mutlu olmayı sağlar mı? İnsanlık tarihine şöyle bir bakınca görülen o ki ‘güzel’in tarifi hep değişmiş ve özellikle de kadının değerinin tek ölçütü olmuş. Güzel kadının hikâyesi biraz da güzelliği yakalamak için verilen tavizlerin tarihidir de. Aslında işi özetleyen cümleyi Fransız romancı Stendhal kuruyor: “Güzellik, mutluluk vaadinden başka bir şey değildir.”18 EKİM 2014 -ZAMAN /CUMAERTESİ
Birisi, dünyanın en güzel kadınını tarif etmenizi istese, muhtemelen bir Hollywood yıldızına veya ünlü bir mankene benzer profil anlatacaksınızdır. Bu tarif edeceğiniz güzel; kesinlikle şişman olmayacaktır, kırmızı elma yanakları da, ayak topuklarına kadar uzanan saçları da… Ya da yüzü kireç beyazı, patlak gözlü bir kadını da asla tarif etmeyeceksinizdir. Yakışıklı erkek algınızda ise kel birisi yoktur muhtemelen. Öyle olsaydı saç ektirme bir endüstri halini almaz ve Türkiye’de saç ekim merkezlerinin sayısı 250’yi geçmezdi. Sektörün yıllık cirosu 2013’te bir milyar Euro’yu buldu. Bir iddiaya göre günümüzde dünyada kellik oranı yüzde 80’lere ulaştı. Koskoca bir üniversite hocasını, kürsü sahibi bir bilim adamını saç ektirecek kadar etkileyen ‘kellik kötüdür’ algısı eski zamanlardan beri var ama bu yüzyılda hastalık boyutunu aldı. Bu kel adamlar bir zaman makinesi yapılsaydı ve 10. yüzyılın Japonya’sına gitseydi belki de dönemin en yakışıklıları olarak epey beğeni toplayacaklardı. Yine aynı çağlarda Çin’e gitsek, ayak numaraları 40’lı rakamları bulan İngiliz kadınlarına Çinliler çok şaşıracaktı. Zira o zamanlar bir kadın için güzellik kıstası küçük ayaklardı. Aileler kızları evde kalmasın diye daha bebeklikten itibaren kızlarının ayaklarını bandajlıyordu. Ayakları o kadar küçük ki, yetişkin bir kadının ayakkabıları ancak bir sigara paketi büyüklüğünde. Bu anlayışın mağduru, yaşayan birkaç yaşlı kadın var. Ayaklarının bu küçük ayakkabılar için aldığı şekli gördüğünüzde şok yaşayabilirsiniz. Bir insan kendisine nasıl ve neden böyle bir acımasızlığı yapar? Cevap: Demir ayakkabılar giyerek ve güzelleşmek için!
Güzel, tarihe ve kültüre göre değişiyor ama güzelleşmek gayreti hep aynı
İnsanlık tarihi, hatta kadınların tarihi biraz da güzelleşmek uğruna yapılan absürtlükler tarihidir. Aslında güzellik algısının değişimi de diyebiliriz buna. Sanat ve estetik tarihi değil sözünü ettiğimiz. Bir insanın bir başka insanı daha güzel bulması, daha güzel görmesi yani beğenmesi uğruna yapılanlardır. Bir başka deyişle güzellik algısıdır. Bir kadında güzel olduğu düşünülen şey, tarihlere ve kültürlere göre değişiyor. Güzellik algısı iletişim çağından önce her topluma, coğrafyaya ve çağa göre değişiyordu. Artık global bir köy olan günümüzde ise tek bir güzellik anlayışı var. Onu şartlarından biri de malumunuz: Zayıf olmak. (Antik çağın insanları duymasın, şok yaşar.) Bronz ten bir mesela. Onun için kadınlar, erkekler güneş altında döne döne yatmakla yetinmiyor, tabut gibi cihazların içine girip (solaryum) bekliyor! Eskiden kadınlar (ve hatta erkekler) beyaz bir tene sahip olmak için türlü yollar deniyordu. Anadolu’da limonla elini yüzünü ovmak, Avrupa’da ve Amerika’da tüm yüzünü pudrayla boyamak mesela. Antik Roma’da alın ve kollar, tebeşir veya üstübeç (bir tür kurşun karbonat) ile beyazlaştırılıyordu. Romalılar yüzleri için saatlerce uğraşıyordu. Sürdükleri fondoteni ve kremleri ise dönemin kozmetik endüstrisi (!) şöyle hazırlıyordu: Koyun yünü yağından (bir tür losyon) elde edilir. Arpa unu, öğütülmüş geyik boynuzu, bal ve kızıl güherçile köpüğü karışımı… Gözkapağı ve kaşlarını ise kömürle boyuyorlardı. Persli, Mısırlı, Yunanlı ve Romanlı kadınlar ise yüzleri ve saçları için çok para harcarmış. Romalı kadınların sabah ilk işleri, yüzlerinde kalan krem ve ekmek lapasından yüz maskelerini silmek olurmuş.
Antik çağın yüksek sosyetesinin cilt bakımı için kullandığı en önemli ürün, fasulye lapası kompresleri. Tarif şöyle geçiyor antik bir kitapta: “Günışığında Stehanus’un hamamına giderseniz, fasulye lapasını sarkmış göbeği için kullanmayan bir kişi bile göremezsiniz. Bu size hoş geldin hediyesidir. Fasulye lapasının benzer bir tıbbî kullanımı da vardır. Celsus bunu, çürük ve lekeleri yok etmek ve hastalığı vücuttan atmak amacıyla sıcak kompres olarak önermektedir… Zenginler kendilerini kremler ve parfümlerle boğuyordu…” Değişen bir şey olmamış, bugünün zenginleri de (aslında artık fakirler de) aynı şeyi yapıyor. İlginç olan o dönemde parfümler yalnızca vücuda sürülmez, ağız yoluyla da alınırdı. Ağız kokusu yaygın bir sorundu. Bunu şarabı çok içmeye ve balık yemelerine yoruyorlardı.
Sarı saç daima güzelliğin simgesi olmuş
Bugünün güzel kadın algısında sarı saç önemli bir kıstas. Özellikle siyah saçın yaygın olduğu Asyalı toplumlar için sarı saç bir ütopya. Meğer tarihte de böyleymiş. Özellikle Antik Romalı ve Yunanlarda sarı saç bir fenomenmiş. Sebebi Romalıların, Germania (Polonya/Belarus/Litvanya’yı kapsayan bölgeye antik çağda bu ad veriliyordu.) kabileleriyle yaptıkları ilk temaslarda gördükleri sarı saçlı bölge kadınları olmuş. Aslında tarih sayfalarında dolaşınca güzellik uğruna yapılanlara dair dikkat çeken en önemli detay, tüm toplumlarda ve zamanlarda kadınların saçlarını yapmak için çok vakit harcadıkları oluyor. Romalı kadınlar saçlarını güneşte parlatacak losyonlar sürüyordu. Kızıl veya sarıya boyuyordu. Eşleri siyah saç tercih edenlerin keyfi yerindeydi. Zengin kadınlar, genellikle peruk ve takma saç tutamları kullanıyordu. Hindistan’dan ithal edilen siyah saçlar ve Germenia’dan gelen kızıl saçlar gözdeydi. Ayrıca bu saçlar hem doğal hem de boyanabiliyordu. En çok tercih edilen renkse, Germania’dan ithal edilen ve keçi yağıyla kayın ağacı külü karışımından oluşan sapo ile elde edilen sarıydı.
Eski çağlarda hem kadın hem erkeklerin kendini iyi hissetmesinin yolu kendilerine çekidüzen verecek bir modayı takip etmek. Romalı kadınlar saçlarına şekil vermek için hafif alev üstünde ısıttıkları demir aparatları kullanıyordu. Saçları kaşlarının üstüne düşsün diye ne zahmetler çekiyorlardı. Alınlarında neredeyse hiç yer kalmazdı. Erkekler de en az kadınlar kadar saç şekli konusunda modayı takip ediyordu. Beyaz saçlar ise koparılırdı.
Kelliğe çare olarak antik çağ insanlarının bulduğu sıra dışı formül!
Eski insanların saç bakımı için (dökülmemesi, beyazlamaması) yaptıkları gerçekten şaşırtıcı. Hatta mide bulandırıcı… Mezopotamya’da beyaz saçlar için, kara öküzün, bir akrebin ve bir domuzun her iki safra kesesinden bir damla karıştırılıp, kara bir kuzgunun ve bir leyleğin başıyla demlemiş afyon karışımı tavsiye ediliyor. Mısırlılar ise afyon tentürü, yağ, kedi rahmi ve kuzgun yumurtası karışımı kullanıyordu. Bu tarifleri hiyeroglif yazılarından arkeologlar okuyor. Daha bitmedi, kellik için sıra dışı bir tarifi var eski insanlardan; aslan, hipopotam, timsah, kedi, yılan ve dağ keçisi yağından yapılan merhemi sürüyorsunuz… Tarih kitaplarında devamına dair bir şey yazmıyor.
Güzellik, kadının değerinin tek ölçütü
Güzellik, insanlık tarihi boyunca özellikle kadının değerinin tek ölçütü olarak kullanılmış. Peki, nedir güzellik? Moda dergilerinde endüstrinin bir metası olan, cinselliği ön plandaki kadın mıdır? Roland Barthes, bu soruya farklı bir bakış açısıyla cevap veriyor: “Güzellik açıklanamaz, çirkinlik ise açıklanır. Güzel kadının hikâyesi biraz da güzelliği yakalamak için verilen ödünlerin tarihidir de. Giysiler yoluyla, makyaj malzemeleriyle, ameliyatlarla, demir ayakkabılar giyerek, boynuna halkalar bağlayıp uzatarak verilen tüm ödünler bir üst sınıfa geçiştir. Kıymetlenmektir. Tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi.”
Stendhal’ın sözü aslında tüm bunları açıklıyor; güzellik mutluluk vaadinden başka bir şey değildir. Öyle olmasaydı çağlar boyunca güzellik algısı böyle değişir miydi? Bir başkasına daha güzel görünmek için insanlık bu kadar absürt şeyler yapar mıydı? Bugün moda, tüketim, estetik ve diyet endüstrisi güzelliğe yükseliş öyküsünün ana karakterleridir. Vaat edilen mutluluğa ulaşmanın araçları. 1950’ler yani modanın (giyinmenin bir endüstri haline geldiği zamanlar) yükseldiği, mankenliğin bir meslek haline geldiği zamanlar, sosyologlar ve feministler bunu tartışıyordu. Bir yanda ideal yüz (la beaute ideale), kaliteli kadın kavramları topluma moda dergileri ve kıyafet endüstrisi tarafından empoze edilirken, bir yandan da tarih ve kültürler incelenip güzellik kavramı irdelenmiş. İşte o zamanlara ait bir sözdür Roland Barthes’in “Güzellik açıklanamaz, çirkinlik ise açıklanır.” cümlesi. Neticede ortaya çıkan her çağın, kültürün bir güzeli vardır. Bu çağın güzelini ise moda buyurur.
Gelecek nesiller güzelleşmek için yüz gerdirmeyi anlayamayacak
Hatice Gökçe için sadece modacı demek doğru olmaz. İnsanların kendi bedenleri üzerindeki tasarruflarına dair kafa yoran biri aynı zamanda. Güzellik kavramına dair çarpıcı tespitleri var. Güzelleşme uğruna insanın bedenine yaptıklarını ‘büyüklenme’ olarak görüyor: “Geçmişten güzelleşme uğruna yapılan birkaç şey var; saçların inanılmaz kabartıldığı zamanlar. Belin korselerle inceltildiği zamanlar. Boynunu uzatmak için Myanmarlı kadınların boyunlarına taktıkları halkalar. Kadınların vücudundaki tüylerin temizlenmesi. Doğanın verdiği ve bedenimizde olmasının binlerce faydası olan tüylerin neden temizlenmek zorunda olduğu benim kafamı kurcalıyor. Saçların boyanması yine anlamak istemediğim bir güzelleşme kaygısı. İnsanın dünyaya geldiğinden beri gerçek kişiliklerini yansıtan fiziksel özelliklerini değiştirmesi beni şaşırtan başka bir konu. Büyük bir büyüklenme olduğunu düşünüyor, büyük bir ukalalık olduğuna inanıyorum. Daha iyisini ben düşünürüm demek, doğaya karşı gelmek yine anlamadığım bir konu. Hayatında gerçek manada bir şey üretemeyen insanların kolay yapabildikleri ya da vitamin ve fikir eksikliğinden başvurdukları bir yol estetik.” Bunları anlattıktan sonra önümüzdeki nesillerin yüz gerdirmeyi anlamakta zorlanacaklarını söylüyor. Gökçe, estetik sektörünü teknolojinin gücünü deneme alanı, modanın ise yeni bir alanı olarak görüyor: “Moda, giyinmenin yanında yeni bir konu arayışında idi ve kendini daha da anlamlandırmak adına gözünü bedene dikti. Estetik sektörü, gelişen teknolojiyle yapabildiklerinin gücünü denemek için insan bedeninde en cesur olanlarla harekete geçti ve cesur sayısını artıracak kampanyalarla da bunun sayısını çoğalttı. Geri dönüşü olmaması işin şaka olmadığını, acı bir gerçek olduğunu gösteriyor. İnsanların algısıyla öyle oynadılar ki bu durum tuhaf bile gelmiyor. En fazla dalga geçilen bir özellik gibi halkın diline yerleşti.”
Hatice Gökçe, modanın buyurduğu güzellik algısını ise bir karabasana benzetiyor. Kötü bir rüya dediği bu algının etkisini insanların üzerinden atabilmesininse zor olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Günümüzde moda, genetiği değişmiş gıda gibi. Hormonlu ve geri dönüşü yok. Endüstri bir canavar gibi sürekli acıkıyor ve hayatta kalmak için modayı öne sürüyor. Ulaşılabilinecek her şeyin hızla düşünülmüş olması, sınırların zorlanmış olması, gözleri bedene çeviren bir sebeptir bana kalırsa.”