İNSAN DEĞİL İŞLETME GİBİ YAŞIYORUZ

Modern insan kendini şirket gibi görüyor, şirket gibi büyüyor, şirket gibi yaşıyor, şirket gibi düşünüyor…

Modern insan kendini şirket gibi görüyor, şirket gibi büyüyor, şirket gibi yaşıyor, şirket gibi düşünüyor…

Görünürde her şey yolunda. İyi bir işi, güzel bir evi, ailesi, arabası, kıyafetleri ve daha birçok şeyi var. Ama detaya inince bu güzel fotoğrafın sahibi nedensiz bir huzursuzluk içinde. Durumun sebebi bugünün insanının temel problemi aslında. Yani insan değil işletme gibi yaşaması. ZAMAN / 24 AĞUSTOS 2013

işletmeadam

2009 yılında kitabının yeni baskısı için kaleme aldığı önsözünde Fransız akademisyen şöyle söylüyor: “İşletme hastalığı gerçek bir salgın haline geliyor. Çarpıcı bir hızla yayılıyor. Bu teşhis, kamu işletmeleri, sağlık, araştırma, sosyal hizmet kuruluşları gibi gittikçe genişleyen sektörlerde yürütülen çalışmalarla onaylanıyor.” Aslında doktora tezi olan bu kitapta, sözü geçen çalışmalara detaylı bir şekilde yer veriyor Vincent de Gaulejac.

Toplumun işletme hastalığına tutulduğunu iddia eden Gaulejac, polisten orduya, kültür ve eğitim dahil bütün bakanlıklardaki sayısal sonuç takıntısını bunun işaretlerinden biri olarak gösteriyor. Devlet için bile artık vatandaş değil sayısal veriden ibaretiz. Bir işletmenin girdisi-çıktısı olan mal ve hizmetler gibi. Bu yüzden şirketlerin ve kuruluşların artık ‘insan kaynakları’ birimi var. İnsan bir kaynak, hammadde! Modern dünya, bireyin eylemlerine anlam verme ihtiyacı olduğunu, belleğindeki simgesel kayıtların da ekonomik ve finansal ihtiyaçları kadar temel önem arz ettiğini, insanın uyumlu bir toplum yaşamı için gerekli insaniyet payından ödün verilmeden bir nesneye, bir değişken üretim faktörüne indirgenemeyeceğini unuttu. (1)

Anne-babalar da çocuğunu işletme gibi görüyor

Sadece işletmeler ve devlet mi?..  Anne babalar da çocuklarının insan olduğunu unuttu. Onu fabrikada üretilen bir ürün gibi görüp ondan en iyi sonucu almaya, heykeltıraşın elinde biçim alan mermer gibi şekillendirmeye çalışıyor. Yani sınıfındaki derecesiyle, sınavdaki puanıyla, maaşıyla, eğitim düzeyiyle değerlendiriyorlar.

Aslında durumun vahametini ortaya koyan bir gerçek var; artık insan da kendini bir şirket gibi görüyor. Tıpkı, annesini bile görmeden büyüyen yavru kedinin kendisini aralarında yaşadığı insanlardan bir insan sanması gibi. Modern insan kendini şirket gibi görüyor, şirket gibi büyüyor, şirket gibi yaşıyor, şirket gibi düşünüyor… ‘Al-ver ekonomiye can ver’ sloganında olduğu gibi alıp-verip-ürettikçe yani ekonomiye can oldukça yaşadığını düşünüyor, sanıyor. Gaulejac da, “Hipermodern toplumda her birey aynı anda sistemin üreticisi ve ürünü, oyuncusu ve aracısı olabilir; ona maruz kaldığı kadar onun işlemesini de sağlayabilir.” diyor. Yani tükettikçe var oluyor, yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyoruz…

İşletme veya firma ekonomik bir fayda için kurulmuş sözleşmeye tabi ticari yapılardır, tüzel kişiliklerdir. Sözleşmeye uygun mal veya hizmet üretip sattığı ve bundan kâr elde ettiği sürece yani alıp-verip ekonomiye can verdiği sürece yaşar bu tüzel kişilik. Tam da sistemin istediği gibi. İstatistiklere giren bir hayat. Tüzel kişiliği yoksa gerçek bir kişinin yani insanın sistemde bir karşılığı yoktur. Yaşlılar mesela. Postmodern dünya iflasını açıklayan tüzel kişilikler olan yaşlılara bir çözüm bulamıyor, sistemin dışına itiyor. Mesela çok yetenekli biri olabilirsiniz ama üniversite okumamışsanız çöpçülük bile yapamazsınız. Sözleşmeye aykırısınız çünkü. Yine çok yetenekli biri olabilirsiniz ama iş başvurusu yaptığınız şirketin istediği vasıfları taşımıyorsanız işe alınmıyorsunuz. Hatta zengin kız-fakir oğlan hikâyeleri de masallarda kaldı. İstatistikî veri haline getirilemeyen insani vasıflar yok sayılıyor.

Prof. Dr. Veysel Bozkurt, ‘Hesap kitap anlayışına dayanan bilimsel-rasyonel düşünce biçimi, her alanı etkiledi’ diyor. “İnsanlığın son üç yüzyılına damgasını vuran modern-endüstriyel toplumlar, yaşam, çalışma ve düşünme biçimlerini köklü bir biçimde değiştirdi.” diyen Bozkurt, fabrika ve onun çalışma mantığının toplumun kalbi haline geldiğini söylüyor. Yani fabrika ayarlarını oluşturdu. İstanbul Üniversitesi İktisat Sosyolojisi Bölüm Başkanı Bozkurt, endüstriyel toplumdan yani üretim toplumundan tüketim toplumuna geçiş sürecinin oluşan bu yeni yapıyı da değiştirdiğini düşünüyor. Bu da postmodern dönemin fabrika ayarlarının değiştiğini gösteriyor.

images

İlişkilerini borsada değerlendiren insan

Psikiyatri profesörü Erol Göka, bu değişimin insanı nasıl etkilediği şöyle açıklıyor: “Bugün ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakıyoruz. Evet, biz bir işletmeyiz, ilişkilerimiz de işletmemizin verimini artırmaya yarayan bir pazar…” Burada Göka, sosyolog Zygmunt Bauman’ın borsa benzetmesine atıfta bulunuyor. “Bu durumu tıpkı günümüzün borsasındaki işleyişe benzetir büyük düşünür Bauman. ‘Hisseler satın alıyorsunuz ve onları bir değer artışı görülene dek elinizde tutuyorsunuz, sonra kârlar düşer düşmez ya da başka hisseler yüksek bir gelir habercisi olduğunda alelacele satıyorsunuz (Bütün numara, uygun anı kaçırmamakta)”.

Uzman psikolog Zehra Erol da insanlar arasındaki, mesela ilgi görme, sevgi, önemseme gibi temel duygusal ihtiyaçlarla açıklanacak ilişki sebeplerinin değiştiğine dikkat çekiyor. İnsanın kendini değerli hissetmesinin yolları değişiyor. Konum, maddî kaynaklar, sahip oldukları, nerede okuduğu, neyi ne kadar tüketebildiği ve kullandığı markalar. Yani insanî unsurların yerini neyle doldurabiliyorsanız onların hepsi.

İçerik

Doç. Dr. Murat Şeker, işletme hastalığına çare olarak hükümetlerin politikalarını şekillendiren unsur olan gayri safi milli hasıla yerine gayri safi milli mutluluğu öneriyor. Sebebini de şöyle açıklıyor: “Ülkeler arası yapılan karşılaştırmalarda en önemli verilerden birisi kişi başına düşen gelirdir. Kişi başına düşen geliri artırmak için tüm hükümetler yoğun çaba sarf ederler. Peki, ya kişi başına düşen mutluluk, huzur ve refah ne düzeydedir? Aslında önemli olan mutlu, huzurlu ve yüksek refah içinde bir hayat sürmek değil midir? Zenginlikten daha önemlidir mutluluk; çünkü zenginlik adil dağılmaz ve paylaştıkça azalır. Oysa mutluluk için zenginlik şart değildir. Yapılan birçok bilimsel araştırma da bu görüşü desteklemektedir.” Şeker’in bu açıklaması devlet politikalarının da temelinde olan işletme mantığının insanları nasıl etkilediğine de izah getiriyor.

Her şeyin bir maddî değeri varmış, gülümsemek kaç para!

Bireylerin yani işletmeleşen insanların, sosyal sermayelerini kaybettiğini söyleyen Şeker, daha bebeklikten başlayarak çocukların bile sürekli ödül-ceza ikilemi arasında yetiştirilmesini, ödülü alarak söz dinliyor ya da başarılı oluyor olmasını her şeyin maddi bir karşılığı olduğuna inandırılması şeklinde görüyor. Yani insan olarak doğan bebeğin işletmeleştirilmesi. İşletmeleşmenin kaybını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi hocası Şeker’in şu cümleleri çok iyi resmediyor: “Para, çok şeydir belki, ancak her şey olmadığı kesindir. Örneğin bir bayram günü uzun zamandır görmediğiniz bir büyüğünüzün ziyaretine gittiğinizde, onun duyduğu hazzın parasal karşılığını ölçebilir misiniz? Ya da çocuğunuzun gülümsemesi kaç TL’dir? İnsanlar her şeyin maddî bir karşılığı olduğuna inanarak büyüyor. Oysa maddî sermayeden daha önemlisi sosyal sermayedir. Bu öyle bir güçtür ki, yaşadığımız ekonomik krizlerde hep ayakta kalmamızı sağlamıştır. Ancak böyle giderse, köklerimizden aldığımız ve DNA’mızda saklı olan sosyal sermaye kodumuzu yitirmeye başlayacağız.” (1: İşletme hastalığına Tutulmuş Toplum, Vincent de Gaulejac, Ayrıntı Yayınları)

kar-400x398

Malî değerimiz artıyor, temel insanî değerlerimizi yitiriyoruz

Doç. Dr. Hakan Çetinkaya (İzmir Ekonomi Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı): Toplumsal insanın nakdî bir değerinin olduğu fikri, hiç hoşumuza gitmese de, reddedebileceğimiz bir fikir değil. Bunu arkadaş toplantılarında “dünya nereye gidiyor” başlıklı tartışmalara meze yapıyor, kendimizden utançla söz ediyoruz. Fakat bir kaza sonucunda bir uzvumuzu kaybetsek bunun tanzimi için nakdî değerler saptama çabası içerisine giriyoruz. Sosyal güvenlik sistemleri, sağlık-sigorta sistemleri, minimum risk ve mali sorumluluk sistemleri hep aslında insanın hesaplanabilir parasal bir miktara (cash value) karşılık geldiği temel varsayımından hareket ediyor. O halde insanın nakdî karşılığı nasıl hesaplanacaktır? Başlangıçta ederlerimiz birbirine eşit midir? Bireyler arasında doğacak değer farklarını neyle açıklayabiliriz? Bunlar doğuştan getirdiğimiz treyt ya da özelliklerimiz midir? Sonradan kazandığımız bilgi beceri donanımı mıdır? Yoksa bir otoritenin atfına bağlı olarak kimilerinin değeri diğerlerine göre farklılaşır mı? İnsanlar sezgisel düzeyde de olsa bu sorularla cebelleşiyorlar. Cevap arama süreci işletmeci yaşam biçimini beraberinde getiriyor; bireyin nazarında böyle bir yaşam etik ya da adil olmayabilir fakat “doğru” ve “güvenli”dir. Sanıyorum, günümüz insanının kendi malî değerini artırmada bulabildiği en sistematik yol da bu. Öte yandan daha global bir bakış açısından yaklaştığınızda, tüm insanların aynı gemide yol aldığını görüyorsunuz. Malî ederimizin artışı ile temel insani değerlerin yitirilmesi birlikte gidiyor; fakat malî ederin azalması insanî değerlerin artmasına yol açmak zorunda değil. İşte insanoğlunun sıkıştığı yer de burasıdır sanıyorum.

Bu yazı 2013, dosya haber, HABERLERİM, popüler kültür kategorisine gönderilmiş ve , , , , , , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.